Ortaokul birinci sınıftaydım. İlkokul yıllarında olduğu gibi yine arka sıralarda oturmayı tercih etmiş, orta sıraların en arkasında yerimi almıştım. Orta dereceli bir öğrenci olduğum için ön sıralarda oturmak istemiyordum. Neden mi? Şayet ön sıralarda oturursam öğretmen bana soru yöneltir bilemez, ya mahcup duruma düşerim, ya da dayak yerim diye. Ben zaten çalışkan bir öğrenci de değildim. İlkokul birinci sınıfa başlayıp gittiğim ilk gün ağlaya ağlaya gitmiştim. Şimdi düşünüyorum da bana okuma sevincini aşılayan bir aile bireyimi hatırlayamıyorum.
Ortaokul’da sıra arkadaşım Murat’tı. Onun evi cadde üzerinde benimkisi ise bu caddeye çıkan sokağın ilerisindeydi. Bir de Murat ile okuduğumuz ilkokul aynıydı fakat sınıflarımız farklı sınıflardı. Yani birbirimizi tanır vaziyetteydik.
Birinci dersin zilinden on dakika önce sıramızda yerimizi almıştık. Cebimde taşıdığım küçük bıçağı çıkarıp tahta üzerini kazıyarak adımı kalınca yazdım. Sıranın üzerindeki kirli sarı renk ağarıp, yazdığım harfler açık seçik olarak okunur oldu.
Murat’ta bana heveslenip elimden bıçağı kaptı:
- Sen Sait yazdın, ben de Murat yazacağım, dedi.
Dersimiz Türkçeydi. Aradan kısa bir zaman geçti. Kapı açıldı. Kısa boylu, orta kilolu, siyah takım elbiseli, asık suratlı, esmer tenli olan Hafız öğretmen içeri girdi. Ayağı kalktık.
- Oturun çocuklar, dedi.
Öğretmen masasına geçti. Yoklama defterini açıp gelip gelmeyeni yoklama yaptı. Sonra derse başladı. Düşünüyorum da işlediğimiz konu aklıma gelmiyor. Her sınıfta olduğu gibi bizim sınıfımızda da öğretmenlerin volta attığı iki ara bölüm vardı. İlk voltasını pencere kenarından attı öğretmen. Duvara gelince ani bir dönüş yaptı. Murat o yandaydı. Sıramıza baktı. Defterlerimiz açıktı. Biz tahtada yazılı olan bilgileri yazıyorduk. Ben solak yazıyordum. Yazarken Murat ile kollarımız birbirine değiyordu. Bu yüzden aramız mesafeliydi.
Pencere tarafında voltasını tamamlayan Hafız öğretmen sağa dönüp benim oturduğum tarafa yöneldi.Yanıma geldiğinde defterime ve sırama bakmaya başladı. Ben Murat’ın koluna kolum değmesin diye defterimi sağa kaydırınca sıra üzerine yazdığım adımın baş harfi gözükerek Hafız öğretmenin dikkatini çekti:
- Defterlerinizi kaldırın, diye bağırdı.
Murat ve ben korkudan titreyerek defterlerimizin sayfalarını kapatıp kaldırdık. İkimizin ismini de okudu:
- Demek adınızı sıralara yazıyorsunuz ha, diye ünledi.
Hemen yanı başında olduğum için kulağımdan tutup tahta önüne götürdü beni:
- Size kim dedi adınızı sıranıza yazın, diye bütün sınıfın önünde dövmeye başladı beni. İnsafsızca tekme tokat girişti bana. O yüzüme gözüme yumruk vurdukça ben tekerlenip yere düşüyordum. Düşünce sağlı sollu tekmeler bindiriyordu üzerime.
Ben ağlayarak:
- Öğretmenim bir daha yazmayacağım, bağışla beni, diye yalvarıyordum.
- Demek bir daha yazmayacaksın ha, diyerek ha bire dövüyordu beni.
Bütün sınıf korku ve dehşet içinde öğretmenin beni dövmesini seyrediyordu. Sınıfta çıt yoktu. Benim yediğim dayağı gören Murat, sıra ona gelmeden yerinden bir hızla kalkarak kapıya doğru fırladı ve kaçtı. Hafız öğretmen:
- Dur ulan sıra sende, diye öfkeyle bağırdı.
Murat çoktan kaçmıştı. Murat’ın kaçmasıyla dövme faslı bitti. Bana:
- Geç olan yerine, bir daha da sıraların üzerine yazmaya kalkışma. Kimseler kalkışmasın fena yaparım, dedi.
Ben ağlayarak yerime geçtim. İçin için ağlamaya devam ettim. Bunca dayaktan sonra ağlamam bir anda nasıl durabilirdi ki? Bütün sınıf dönüp dönüp bana bakıyordu. Hafız öğretmen bu olay üzerine ders işleyemez oldu. Masasına oturup uzun bir müddet önündeki deftere baktı.
İçin için ağlamam kesilmeden devam etti. Yüzümde gözümde büyük bir ağırlık ve şişkinlik hissediyordum. Teneffüs zili çaldı. Öğretmen çıktı. Öğrenciler de peşinden çıkmaya başladı. Ben yüzümü gözümü yıkamak için oturduğum sıradan hareketlendim. Kapıya doğru yaklaştığımda orta sıranın en önünde oturan Türkan yanıma geldi:
- Üzülüp ağlama, dedi. Mendili ile gözlerimi sildi.
Türkan, benim boyumda beyaz tenli, sevimli ve arkadaş canlısı bir kızdı. Onun verdiği teselli ile okulun tuvaletine gidip lavaboda yüzümü yıkadım. Bir ferahlık geldi içime. İçin için ağlamam yerini hüzün ve düşünceye bırakmıştı.
Derslerimiz bitip okul dağıldı. Hal binasında manavcılık yapan babamın yanına gittim. Dükkandan içeri girince babam yüzümün gözümün kızarıp şiştiğini fark edip sordu:
- Oğlum yüzüne gözüne ne oldu, yoksa birisiyle kavga mı ettin?
Ben o anda doluktum ve babama cevap veremeden ağlamaya başladım. Nasıl ağlıyordum bir görseydiniz. Tıpkı sınıfta dayak yerken ağladığım gibi. Ağlayışımı durdurmak istiyor durduramıyordum. Bu ağlayış ile zor da olsa babama cevap verdim:
- Yok baba, kimseyle kavga etmedim. Adımı sıra üstüne yazdım diye Türkçe öğretmeni feci halde dövdü beni.
Babam ilkin:
- Peki oğlum adını niye sıraya yazdın ki?
- Ne bileyim baba, yazmak isteği içimden geldi, bıçağın ucuyla hafifçe kazıdım, dedim.
Babam, çenemden tutarak yüzümü kendine doğru kaldırdı ve iyice baktı yüzüme:
- Senin kaşın kabağın nasıl olmuş böyle, bu öğretmen ne kötü dövmüş seni, dedi.
Ben de:
- Tekme tokat girişip, ha bire yumrukladı, dedim.
Babam:
- Ben o öğretmeni görür ağzının payını veririm, bir daha da seni dövemez, dedi.
O gün yediğim dayağın üzüntüsüyle eve gittim. Anam beni görüp:
- Bu ne hal, diye sorunca ona da anlattım. Anam da üzülerek:
- Bu kadar da dövmek olur mu, elleri kırılsın o öğretmenin diye beddua etti.
Ertesi gün okula gittim. Murat’da gelmişti. Beni görür görmez yanıma geldi:
- Geçmiş olsun, öğretmenin seni feci bir şekilde dövdüğünü görünce beni de senden sonra döver diye kaçtım, dedi.
O gün Türkçe dersimiz yoktu. Paydos olduğumuzda yine babamın yanına gittim. Babam alışveriş yapıyordu. Bir iki meyve yedim. Birden karşı manava gözüm takıldı. Hafız öğretmen oradaydı. Sebze alıyordu manavdan.
- Baba bak, beni döven öğretmen orada işte diyerek parmağımla Hafız öğretmeni gösterdim.
- Gel dedi, babam.
Babamla beraber karşı manava, Hafız öğretmenin yanına gittik. Hafız öğretmen beni görünce yanımdaki adamın tepki göstereceğini anladı ve birden renk attı. Kilolu ve uzun boylu olan babamın yanında cüce gibi kalmıştı. Babam sinirli sinirli:
- Sen ne hakla oğlumu bu kadar döversin, diye çıkıştı.
- Sıraya adını yazmıştı, dedi.
Babam:
- Disipline verseydin, velisi olarak beni okula çağırsaydın ben gereken tembihi yapardım. Bir daha yaramazlık yapmaması için gereken öğüdü verirdim. Bir daha yapmazdı. Nede olsa bu bir çocuk. Bir hatadır işlemiş. Böyle tekmelerle, yumruklarla çocuk dövülür mü dedi.
Hafız öğretmen:
- Hak etmişti, gereken dayağı yedi, deyince babam kükreyip yanında cüce gibi kalan Hafız öğretmenin boğazını eliyle sıktı:
- Demek sen çocuk ile çocuk oluyorsun. Bir daha benim çocuğumu dövmeye kalkış hele göreyim. Avratını neyittiğimin çocuğu. Ayağımın altına alır çiğnerim seni itoğlit, dedi.
Hafız öğretmen renk alıp renk verdi. İlkin böyle bir tepki beklemeyerek pervasızca çıkışan öğretmen, babamın bu davranışı ile süt dökmüş kediye döndü.
Hafız öğretmeni orada bırakıp dükkana döndük. Babam:
- Hele bir daha sana elini kaldırsın onun anasını bellerim. Sana çıt dese gelip bana haber vereceksin, dedi.
O günün rahatlığı ve huzuru içinde evin yolunu tuttum. Artık Hafız öğretmen beni dövemeyecek diye seviniyordum. O günden sonraki Türkçe dersinde sınıfa giren Hafız öğretmen sınıfı yoklama yaptıktan sonra gözlerini gözlerimden kaçırıp başka öğrencilere bakarak:
- Yaptığınız bir hatadan dolayı size bir iki tane vurup bir iki söz ile azarlayan öğretmeni hemen gidip velilerinize şikayet etmeniz mi lazım? Öğretmen öğrencisini hem döver hem sever değil mi, diye hitap ederek derse başladı.
Ben yanımda oturan Murat’ın koluna sol elimle dürterek:
- Babam boğazını sıkmasaydı böyle yola gelmezdi, dedim.
Murat:
- İyi etmiş, haddini bilsin kavat. Sıraya adımızı kazımışsak ne olmuş san ki, sırayı kırmadık ya, diye yanıtlayınca birlikte gülümsedik.
İşte benim içimdeki yazmak isteği bıçakla adımı sıraya kazımakla başladı, kalemle devam etti. Belki de Hafız öğretmenin bana usulünde değil de fazlaca attığı dayak yazma isteğimi kamçılamış oldu. Ama ben bu kamçının dayakla değil sevgiyle aksetmesinden yanayım. Çünkü Sait Faik’in de dediği gibi “bir insanı sevmekle başlar her şey”…
---------------------------
Yayınlandığı Gazete : Gözlem Gazetesi, Sayfa 3, Sayı 122 Tarih 18 Ekim 2010 Kağızman